Uzaklardaki Ev

Dört oğul, Dünya’nın bucak bucak dört bir köşesine yayıldılar; nar gibi, çil yavrusu gibi.

İki ezeli ölüm, onları bir araya getiremedi. Ölüler toprağa kavuştu, gözleri arkada, elleri mezarın dışında… Faniliklerini unutmuşçasına tutuştu dört oğul dünya sevdasına. Dördü de kendinden geçmiş, dördü de asıllarından bihaber…

Yaşlı adam, iki büklüm odun kırıyordu, az ötesin de elinde bir tepsi, tepsinin içinde iki çay ve az dilimlenmiş limonla, adamdan daha yaşlı kadın belirdi. Usul usul yanaşıp yanına önce tepsiyi bıraktı. Ardından, duvardan güç alarak saldı kendini yere.
Oturduğu vakit gözleriyle konuştu, anlamıştı ki yaşlı adam, uzanıp tepsiyi aldı duvardan.  Tepsiyle birlikte yanaştı kadının yanına.
Hiç söz etmeden yudumlamaya başladılar çaylarını, uzaklara; çok uzaklara bakarken gözleri, ikisi de bir iç çekti. Çaylar bitince, yavaştan giriştiler işe, güçleri yettiğince birer ikişer akşam karanlığına kadar ancak taşıdılar odunları.
Her zamanki gibi, bütün odaların ışıklarını yaktılar, mutfağa geçip, kavrulmuş ıspanağı kuş kadar midelerine, belki on, belki yirmi ,belki de otuz kere çiğneyerek yuttular. Yemeği aceleye getirmenin lüzumu yoktu. İkisi birlikte doyup, aynı zamanda masadan kalktılar. Masayı birlikte toplayıp, bulaşığı birlikte yıkadılar.

Mutfaktan çıkınca, vurulma ihtimali düşük kapıya baktılar önce, sonra başka bir ihtimal yahut hayal ile yukarı kata çıkan merdivenlere. Boynunu büküp yaşlı adam geçti oturma odasına, ardından sessizce, tam karşısına, öteki camın önüne geçip oturdu yaşlı kadın.
Elindeki tespihi çevirmeye başladı, her imameye geldikçe eğilip eğilip anlamsızca bakıyordu yaşlı adam. Tam karşısında oturan eşi, sırtını yastığa dayamış, katladığı için açılmakta zorlandığı sol dizini ovuşturuyordu. Göz ucuyla yakaladı eşinin acısını yaşlı adam. Tam kalkıyordu ki eliyle otur der gibi, durdurdu eşi onu. Yaşlı adam dinlemedi, yavaşça doğruldu, iki adım ötesinde ki yoldaşının dizinin dibine gelip başını eğdi. Elini çektirmeden, koyarak elini elinin üstüne, birlikte açtılar dizinin düğümünü.
Yüzünde bin şükranla, tebessüm etti kadın. Gidip ilaçlarını getirdi yaşlı adam, bardaktaki su titrerken bekledi ayaküstü, ayrı ayrı üç ilacı da suyunu yudumlayarak içti kadın. Sonra boşalan bardağa; içmek için, kendi suyunu koyup geçti yeniden köşesine yaşlı adam.
Bu kez almadı eline tespihini, yanı başında duran takvime baktı önce, uzanıp aldı. Sonra, getirip gözünün önüne mırıldar gibi okudu. Dört Kasım Çarşamba. “Sabır; Yüzünü ekşitmeden, acıyı yudum yudum içine sindirmektir, Ne güzel demiş Cüneyd-i Bağdadi “. Bu söz üzere uzaklara daldırdılar gözlerini, hiç kırpmadan kirpiklerini, hiç konuşmadan.
Vakitsiz değil, pek yerin de gelen yağmurla birlikte, biraz daha yaklaştılar cama. Şimşeğin hiddetli sesi, önce kulaklarını, sonra iki katlı boş evin odalarını tek tek sıyırıp geçti. Rüzgâr şiddetini gösterdi bu kez, ötelerin ışıkları söndü evvela, çok sürmedi pır diye yok oldu tepedeki lambanın feri. Yok gibiydiler evin içinde, şimşek, karanlık, yağmur. Hangisi kimsesizlikleri kadar korkutabilirdi onları.
Göğün onlara sunduğu son marifetiydi belki de. Yağmur, yön değiştirip camlara doğru vurmaya başladı bu kez. Güçlü ama camı delip geçmeyen yağmur tanecikleri, gözlerinden süzülüyordu bu kez. Derin vuruşlar yaparak yüreklerine, bir bir dökülüyordu yaşlar. Küçük bir ses kapladı odanın içini. Kimdendi bu ses, neyin sesiydi? Dünya’nın dört bir yanına yankılanır mıydı bu ses bilinmez?

Uzaklardaki Ev” için 5 yorum

Yorum bırakın